
Hayatın akışı içinde planlama yapmak, çoğu zaman hep aklımızdan geçen; ancak pek de uygulayamadığımız davranış biçimi sanki. İnsan, kimi zaman bir doğum gününde, kimi zaman sıradan bir yılbaşı gecesi, değiştirmek istediği şeylerle ilgili bir söz verir kendisine içten içe; der ki ‘artık bundan sonra böyle yapacağım!’

‘O an’ için kendimize moral veren bir iç sözün beynimizden kalbimize giden direktifidir bu.
Kendimize söz verdiğimiz o ‘milat’ gelince asıl zorluk, uygulamada başlar. İlk hevesin verdiği enerji sayesinde büyük bir motivasyonla başlarız hayallerdeki hedefe doğru. Birinci gün, ikinci gün, birinci ay, üçüncü ay…
Zaman geçtikçe hedef yolda karşımıza çıkan ‘taş toprak’ ya da elimize batıveren bir ‘diken’ başlangıçtaki o ‘ilk motivasyonu’ örselemeye başlar, düz çizgi üzerinde devam eden o yolculukta sapmalar yaşarız.

Tasarrufa karar vermişken bir de bakmışız; cep telefonumuz daha iki yılını doldurmamışken, yeni modelin büyüsüne kapılıp telefon değiştirmişiz, ya da uzun süreli olarak yatırım yapmayı kafamıza koymuşken, hisse senedimizdeki kısa dönem kazançları ‘cebe atmak’ için al-sat yapmaya başlamışız.
İki uç örnek gibi görünse de, bu davranışların temelinde sanırım biraz ‘sabır’ olgusundan uzaklaşmak yatıyor.
Pandeminin bizi eve kapaması ve zamanımızın ‘zorunlu olarak’ bollaşması, 2020 başında beni ‘tasarruflarımı nasıl arttırırım’ gibi bir soruya götürmüş, ardından gelen soru ise ‘daha iyi nasıl değerlendiririm’ olmuştu.
Finansal okuryazarlık ülkemizde son dönemde çok dile getirilir bir kavram ve temelinde yatan en önemli unsurun ne olduğunu ve işleri yıllardır finans ve yatırım sektörlerinde, akademik çevrelerde geçen insanların ‘neden bu olgu için gönüllü çalıştıklarını’ anlamaya çalıştım.
https://foy.tbb.org.tr/finansal-okuryazarlik-nedir
Toplum olarak hafızamızın çok güçlü olduğu söylenemez, her şeyi çok çabuk unutuyoruz ve şimdi artık bu resme ışık hızı ile yarışan bir haber akışı da eklendi, kuşkusuz. Her şey çok çabuk olup bitiyor, hayatlarımızı planlayıp geleceği kurgulamak ve geleceğe yatırım yapmak daha da önemli hale geliyor.

Tasarruf alışkanlıklarımızın ‘finansal sistem’ içinde gerçekleşen en önemli ifadesi ‘paramızı bankaya yatırmak ve faiz getirisi elde etmek’ olarak özetlenebilir yıllardır. Elbette bu tanımın içine ‘dolar veya euro olarak elde tutulan ya da bankaya yatırılan’ parayı da eklemek lazım.
Altın ise geleneksel bir yatırım aracımız ve pandemi döneminde oluşan belirsizliğin altını nasıl desteklediğini hep beraber yaşadık tüm dünyada. Nişan ve düğünlerle sosyal hayatımıza derinden işleyen, toplumumuzun genlerine yayılarak bir ‘yatırıma’ ve bir kaç kuruş arttırarak aldığımız bir çeyrekle ‘düzenli birikime’ dönüşen altın, tasarruf dinamiklerimizde her zaman güçlü bir yer tutacak, bu kesin…
Tasarruf alışkanlıklarımızın genel bir resmine baktığımızda, banka mevduatı, döviz ve altın birikimi olarak bir özet görmek gayet olası.

Elbette buna çok güçlü tasarruf yöntemlerimizden biri olan ‘konut edinme ve kira geliri elde etme’ seçeneğini de eklemeliyim. Ancak konut, sıradan bir insanın ömründe bir veya iki defa ulaşabileceği ‘bir fildişi kule’ ülkemizde, bu yönüyle ‘küçük miktarlarla birikim yapabilme’ noktasında diğer seçeneklerden ayrıldığını söyleyebiliriz.
Gelir dağılımımızın ‘çok sağlıklı olmadığı’ gerçeğini önümüze koyduğumuzda, tasarruf olgusunun ‘herkes için ulaşılabilir’ olmasındaki kritik noktanın; yatırım yapılabilir seçeneklerin de ‘ulaşılabilir’ kurgulanması’ olduğunu görüyoruz.
Asgari ücret ile geçimini sağlayanların, tüm ücretlilerin neredeyse yarısı kadar olması, bunu zorunlu kılıyor. Herkesin küçük tutarlarda da birikim yapabilme gibi bir lüksü olmalı.
Ülkemizdeki enflasyonist ortam ve toplumumuzun geniş kesimlerine yayılmış ve düşünsel olarak ‘kemikleşmiş’ gelecek kaygısı, para söz konusu olduğunda bizleri ‘kısa vadeli düşünmeye iten’ bir çok toplumsal tecrübenin bir sonucu olarak görülebilir.
Bir İskandinav ülkesinde bir yılda görülecek haber akışını sadece bir haftada, hatta bir günde görmeye alışmış ülkemiz insanı; sağlam ve dingin bir zemine bir türlü oturamayan bu sosyal ortam nedeniyle ‘geleceği uzun vadede kurgulama’ gibi bir lüksten doğal olarak uzak kalmış durumda.

Finansal sistemin küçük yatırımcıya sunduğu seçenekler, temelde ‘paranın değer kaybını’ aşarak, yatırımcıya bir ‘artı değer’ sağlayabilme amacını yöneliktir. Enflasyon sorunu yaşayan bizim gibi ülkelerde ‘küçük yatırımcının doğal beklentisi’ de budur.
Finansal sistem bunun için farklı risk algılarına sahip yatırımcılar için farklı zaman aralıklarında yatırım yapılması gereken alternatifler sunar ki, hisse senedi yatırımı da bunlardan biri.

Hisse senedi, en küçük TL banknot ile bile alabileceğiniz, bir şirkete ortak olma hakkını sunabilen bir yatırım metodu. Ülkemizde son dönemdeki ‘halka arz’ hareketliliğini saymazsak, genel toplam içinde ‘görece’ küçük bir yüzdeye sahip, insanımızın çok ilgi göstermediği veya gösterse bile en yoğun metot, yani al-sat mantığıyla uyguladığı risk dolu bir gelir arttırma yöntemi aslında.
Ancak hisse senedindeki en önemli unsur, finansal değerleri sağlam, yönetimine güvenilebilir şirketlere uzun vadede yatırım yaparak; o şirketin büyüme ve değer yaratma potansiyeline uzun vadede ortak olabilmek, hisse senedi yatırımını kısa vadeli bir gelir arttırma yöntemi olarak değil; uzun vadeli bir yatırım yöntemi olarak benimseyebilmektir.

Hisse senedi veya borsa deyinde hemen ilk akla gelen klişe cümlenin ‘borsa oynamak’ olması bu durumun dilimize yansıyan bir ifadesi olarak da kabul edilebilir. Toplumsal yatırım genlerimizin doğal olarak devrede olduğu ve yatırımın ‘vadesini’ kısaltan davranış biçimleri bunlar.
Elbette ben de bu toplumun bir parçasıyım ve sürekli dile getirilen bu klişeden başlangıç dönemlerimde etkilenmediğimi söyleyemem. Bir hisse senedi alıyorsunuz, o hisse senedi artı değer yarattığında satıp kazancınızı cebinize koyuyorsunuz. Oldukça basit görünen ve uygulanabilir bir yöntem gibi geliyor ilk başta insana. Ancak asıl sorun ‘kaybetmeye başladığınızda’ ortaya çıkıyor.

Bilim insanları, insanın ‘kazanca verdiği olumlu tepkinin, kayba verdiği olumsuz tepki kadar güçlü olmadığını’ saptamışlar. Özeti insanın kazanırken deneyimlediği duygusal tatmin, kaybederken yaşadığı üzüntünün yerini kesinlikle tutmuyor. Hisse senedi, kayıp ve kazancı doğasında taşıyan ve bu iki duyguyu yatırımcısına sıkça yaşatma potansiyeli taşıyan, hırpalayıcı bir yatırım yöntemi olarak gösterilebilir.
Kritik nokta şu:
Hangi davranışı gösterirsek?
Hepimizin birleştiği bir nokta vardır ki; bir çoğumuzun dedesinin zamanında ‘buralar dutluktu.’
Ancak şimdinin dünyasında pek öyle şeyler yok. Hayatın çok hızlı aktığı 21.yy dünyasında hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için, başımızı döndüren bir çok seçenek arasından doğru seçimleri yaparak ‘bir şeyler için’ sabredebilmeliyiz.
Hisse senedi yatırımında ikinci yıla girdim ve ilk zamanlarımdaki duygu yoğunluğunun artık azaldığını hissediyorum. Bu azalış ‘bir hedeften sapma halinden’ değil, bu sürede ‘sabır’ olgusunun kazandırdıklarını ‘net olarak’ gözlemiş olmaktan kaynaklanıyor.
İlk zamanlar portföyüme her gün bakardım, bu yavaş yavaş değişti. Önce haftalığa, sonra aylığa evrildi. Bu sürede hedeflediğimden de fazla temettü geliri elde ettim ve uzun vadeye inancım perçinlenmeye başladı.
Bu yazıyı bir başlangıç kabul ediniz.
Devamında ‘sabrın neden önemli olduğunu’ yaşanmış deneyimler ışığında paylaşacağım.
Bildiğim bir şey var ki o da şu; yatırım işinde profesyonellerin sürekli söyledikleri şeyler ve küçük yatırımcıyı korumak adına verdikleri tavsiyeler ‘klişe değil’ gerçekten yaşanmış ve büyük olasılıkla zararı görülmüş davranışlardan sonra elde edilmiş ‘çıkarımlar’.
Yolu uzun kabul etmek lazım. Herkes yaşam döngüsünün farklı bir noktasında ve herkesin oyun planı birbirinden farklı oluyor, bu işin doğasında var. Önemli olan, plana bağlı kalabilmek.
Sabırlı olabilmek.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Sağlıkla kalın.